BEYAZ IŞIK

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi Muhibbi mahlası ile yazan Kanuni Sultan Süleyman’ın bu dizelerini babamdan duyduğumda henüz d.....
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Muhibbi mahlası ile yazan Kanuni Sultan Süleyman’ın bu dizelerini babamdan duyduğumda henüz dokuz - on yaşlarında bir çocuktum. Anlamı “Halkın gözünde devlet (iktidar) gibi değerli bir şey yok, oysa şu dünyada sağlıkla alınan bir nefes gibi değerli bir şey olamaz.”
O zamanlar benim için bir anlamı olmayan bu sözleri günümüzden 450 yıl kadar önce söyleyen Sultan Süleyman’ın ne denli haklı olduğunu insan ancak yaşı ilerleyip sağlığını kaybedince anlıyor.
Öbür dünyaya gidip gelme deneyimini yaşayan insanlar genellikle bir beyaz ışığın kendilerini içine çektiğini, büyük bir huzur içinde o ışığa doğru giderken birden geri döndüklerini anlatırlar. Bu yazımda ben size kendi deneyimimi anlatacağım.
İki yıl önce 25 Ağustos’da ciddi bir kalp ameliyatı geçirmiş, 75 gün hastanede yatmıştım. Fakat öyküme en başından başlayayım.
2016 yılından itibaren sesim kısılmaya başladı. Adeta grip olmuş gibiydim. Fakat ne yapsam düzelmiyordu. 2019 yılının Şubat ayında büyük oğlumuzu kaybettik. 2020 yılına geldiğimde nefes darlığı çekmeye başladım. Özellikle merdiven çıkarken nefes nefese kalıyor, yatınca daralıyordum. Haluk doktora gitmem için ısrar etmeye başladı. O zamana kadar yılda bir kez kaptığım soğuk algınlığını ayakta geçiren ben, sonunda bir göğüs hastalıkları uzmanına gittim, nefes darlığından şikayet ettim. Hemen film çektirdi ve kalbimin büyümüş olduğunu, bunun normal bir görüntü olmadığını, hemen bir kardiologa görünmem gerektiğini söyledi. Söz dinledim tabii. Kalbime elektro kardiyografi ile bakan doktorun tepkisi “Üfff! Büyük bir kaçak var” oldu. E ne olacak şimdi dedim, ameliyat dedi. Ne yani kalp ameliyatı mı olacağım? Evet dedi, kalp kapakçığınızdaki bağlardan biri gevşemiş, yeterli kan pompalayamıyor, akciğerlerinize yeterli oksijen gitmediği için nefes darlığı çekiyorsunuz, kalbiniz büyümüş. Fakat siz yine de Üniversiteye gidin, bir de orada görsünler. Birkaç gün sonra Adnan Menderes Üniversitesi Kardiyoloji bölümüne gittim. EKO yapan doçentin de ilk tepkisi aynı oldu, “Üfff! Çok ciddi bir kaçak var” E ne olacak? Ameliyat. Olmazsam ne olur? Kalp yetmezliği, akciğer yetmezliği, böbrek, karaciğer yetmezliği olur. Üstelik vaktini geçirirseniz ameliyatın da faydası olmaz.
KALP AMELİYATI!
Vay canına! İş ciddiymiş meğer. Mitral kapak değişecek, yerine protez takılacak. Ailesinde ne kalp, ne şeker, ne tansiyon, ne de herhangi bir genetik hastalık bulunan ben, böyle ciddi bir rahatsızlığın başıma geleceğini hiç düşünemezdim. Annem 92 yaşında, kuzeni 102 yaşında hayatını kaybetmişti. O kadar uzun yaşamak istemem ama bu da pek az oldu be!
Yaptığımız araştırmalar sonucunda Ankara’da ameliyat olmaya karar verdim. Ameliyatımı yapacak olan profesör ile görüştük, o da aynı şeyleri söyledi. Peki, olayım bari dedim. Ama dikiş izi görünür mü, nereye kadar keseceksiniz? Doktor köprücük kemiklerinin birleştiği noktadan üç parmak aşağısını gösterdi.
Pek yukarıdaymış hocam, yok mu bunun başka yolu? Ya sağ göğüs altından, ya da kaburgaların ortasından gireriz. O zaman göğüs altından girin dikiş izi olmasın. “Olur” dedi doktorum. Kaç gün hastanede kalırım? Dört gün kadar yoğun bakım, beş gün de serviste kalırsınız dokuz günde taburcu ederiz sizi.
Doktorla anlaştık, hafta sonunda çocukluğumun geçtiği Kandıra Kefken’e gittik, arkadaşlarımla güzel bir hafta sonu geçirdik ve dönüşte 23 Ağustos’ta hastaneye yattım. İki gün hazırlık safhasından sonra 25 Ağustos sabahı beni sedyeye attıkları gibi aşağıya indirdiler.
Ameliyata gireceğimi biliyorum ama yine de heyecanlanmayayım diye sedyemi getiren personel “Tansiyonunuzu ölçecekler” deyip beni ameliyathaneye aldı. Masaya geçtim, gayet sakinim, anesteziye başladılar, bir, iki, üç, dört, beş derken kendimden geçmişim. “Hadi bakalım Buket Hanım, ameliyatın bitti, yordun bizi, yedi saat sürdü” sözleri ile hafifçe kendime gelir gibi oldum. Birkaç personelin yoğun bakımda yatağıma aldıklarını hayal meyal hatırlıyorum. Saatler ilerledikçe kendime gelmeye başladım fakat çevreme bunu belli edemiyordum. Parmağımı kıpırdatmak bir yana uyandığımı anlasınlar diye açamadığım göz kapaklarımın içinde gözlerimi dahi hareket ettiremiyordum. Anestezinin etkisi geçtikçe vücudumda dayanılmaz acılar duymaya başladım. Ertesi gün bilincim epeyce açıktı. Kalk yürü dediler. Zorla da olsa kalkıp personel refakatinde tuvalete gittim.
27 Ağustos günü sabah tekrar kalkıp tuvalete gittim, yoğun bakım salonunda küçük bir tur atıp yattım. İnsan böyle bir durumda hiç yerinden kıpırdamak istemiyor. Çünkü her hareket dayanılmaz acılara sebep oluyor. Fakat uzun süre hareket etmeyince kaslar gücünü kaybediyor ve yürümekte, hareket etmekte zorlanıyorsunuz. Bu yüzden sağlık personeli sizi öyle keyfinize bırakmıyor.
Yatınca oksijen maskesi taktıklarını hatırlıyorum. Bu arada çşitli branşlardan beş veya altı doktor vizite geldi, aralarında ameliyatımı yapan doktor da vardı. Bir süre sonra maskeyi çıkardılar ve yine nefes darlığı çekmeye başladım. İçimden hay Allah, ömrümün sonuna kadar ben böyle nefes darlığı mı çekeceğim diye geçirdim. Oysa son nefesimi veriyormuşum. Doktorumla göz göze geldiğimizi hatırlıyorum ve kendimden geçtim. Aslında kalbim durmuş. Doktorumun o anda odada olması benim en büyük şansımdı. Anında müdahale etmişler. Bir an kendime geldim; “Bana kalp masajı yapıyorlar” diye düşündüm. O sırada birinin “simsiyah oldu” dediğini duydum. Biraz sonra ikinci kez “simsiyah oldu” dedi ve ben yine kendimden geçtim.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir süre sonra yavaş yavaş açılmaya başladım. Fakat ilk defasında olduğu gibi kaslarıma hükmedemediğim için hiçbir yerimi oynatamıyordum.
Gerçekten de kalbim durup masajla geri getiremeyince apar topar tekrar ameliyata almışlar ve bu kez göğüs kafesimi keserek müdahale etmişler. Böyle bir durumda dikiş izi düşünmek büyük risk ve lüks olmalıydı. İlk ameliyatta kalp ritmimi düzenlesin diye geçici olarak koydukları pil hareket ederek kalp duvarını delmiş, iç kanamaya neden olmuş ve ölmüşüm. Dört saat süren ikinci bir operasyon ile geri getirmişler.
Ne ilginç değil mi insanın kendi ölümünü anlatması. Son anımda hayatım gözlerimin önünden geçmedi fakat o anda gördüklerim insan beynine bir kez daha hayret etmeme sebep oldu;
Annemin yıllar öncesinde açık turkuaz üzerine beyaz kalemle çizilmiş gibi minik sarmaşık deseni olan erkek yaka bir elbisesi vardı. O deseni çok sevmiş olacaklar ki bir de pembesini almışlardı. Sola bakıyorum turkuaz olanı, sağa bakıyorum pembe olanı profilden görünüyor ama içlerinde annem yok. Annemi görmeye çalışıyorum, göremiyorum. O elbiseler son derece sıradan, hiçbir özelliği olmayan elbiselerdi, fakat her nedense beyin kıvrımlarımın arasında saklandıkları yerden çıkıp gelmişlerdi.
“Simsiyah oldu” demeleri büyük oğlumu dünya getirdikten sonra gördüğüm ilk anı gözümde canlandırdı. Çünkü ilk gördüğümde oğlum simsiyahtı.
Evren’i 13 Kasım 1985’de yirmi dört saat sancı çektikten sonra doğurdum. Doktorun doğumu bizzat yaptırtması için uzun süre doğum kanalında beklemek zorunda kalmıştı. Çocuk doğdu fakat ne doktorda ne hemşirelerde bir sevinç nidası yok. Bebeğin ayaklarından tutup poposuna vurdukları sahneyi göremiyorum, ağlamıyor da. Şaşkınım. Hemşirelere bebek nasıl dedim. İyi dediler ama ortada bebek yok. Başımı hafifçe kaldırdım ki tezgahın üstünde simsiyah güvercin gibi minicik bir şey yatıyor. Yıllar sonra, oğlumu gözden çıkardıklarını o yüzden benimle ilgilendiklerini idrak ettim. Fakat oğlumun daha yaşayacak otuz üç yıl, üç ay, on günü varmış.
Ne ilginç değil mi, bir annenin hayatının son anında gözlerinde oğlunu gördüğü ilk anın canlanması. Ve onu anımsatan “Simsiyah oldu” gibi iki küçük sözcük. Sonrası karanlık. Siz şimdi, bir beyaz ışık beni içine çekiyordu, karşımda yemyeşil çimenler vardı diye metafizik görüntüler anlatmamı bekliyorsunuzdur. Maalesef beyaz ışık falan yoktu. Ne annem, ne babam, ne oğlum beni bekliyordu. Belki de zamanım dolmadığı içindir.
Bu arada bir de benim dışımda gelişen olaylar var. Eşimi aramış hastaneye çağırmışlar. Doktorum neler olduğunu anlatmış, “Biz elimizden geleni yaptık, bundan sonrası Allah’a kalmış. Fakat yaşasa bile vücut bir süre oksijensiz kaldı, beyinde veya başka bir organda hasar kalıp kalmayacağını şu anda bilemiyoruz, kendine gelmeden anlamamız mümkün değil.” Haluk o geceyi nasıl, hangi duygularla geçirdi bilmiyorum ama uzun süre üstüme titredi.
Ertesi gün yoğun bakımda yanıma girmesine izin vermişler. Kimse bana ikinci kez ameliyat olduğumu söylemese de tuhaf bir şekilde ben biliyordum. Onu görünce iyi olduğumu anlaması için gülümsedim. O da, beni tanıyacak mı acaba endişesi ile geldiğinden gülümsediğimi görünce rahatlamış.
Her iki ameliyatta da entübe edildiğimi, tüpler çıkarılırken çektiğim acıyı uzun uzun anlatmayacağım. Anlatmak istediğim epikriz raporuma yazılan “Ameliyat olsa da olmasa da yirmi dört saatten fazla yaşaması beklenmeyen hasta” ibaresi.
Evet, doktorlar yaşamamı beklemiyormuş. Ben hepsini yanıltarak iki yıldır yaşıyorum. Kalp ameliyatını atlattım ama bazı komplikasyonlar nedeni ile yetmiş beş gün hastaneden çıkamadım. Bu arada bir de Haluk kalp krizi geçirdi, stent takıldı. On beşinci gündü sanırım,acılarım hiç hafiflememişti bile, vizite gelen doktoruma “Ben neden iyileşemiyorum?” diye sızlandım. Doktor kızdı; “Sen nerelerden döndün geldin biliyor musun, haline şükret”
Sağ olsunlar, Türkiye’nin çeşitli yerlerine dağılmış arkadaşlarımız bizi hiç yalnız bırakmadılar. Kimi telefonla, kimi sosyal medya ile, kimi o corona günlerinde izin verildiği ölçüde ziyarete gelerek ilgi gösterdiler. Hepsine tekrar teşekkür ediyorum.
Çocuklukta, gençlikte sağlık derlerdi de güler geçerdik. Hastalıklar ne uzaktı bizlere. Sağlık olmayınca hiçbir şeyin anlamı olmuyormuş meğer.
Şimdi her anımızın değerini bilmeye çalışıyoruz. Asıl işlerimizin yanında fotoğrafçılık, edebiyat, müzik, bahçe, çiçek yetiştirme gibi hobilerimizi geliştiriyor, kendimize zaman ayırıyoruz.
Hayat bize sadece bir kez verilmiş bir armağan, gereksiz şeylerle kısıtlı zamanımızı tüketip gitmeyelim. Ve bu noktada başa dönüyorum:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Buket SARAN 16.09.2023
0 Yorum