Tarihin içinde, uzun bir yolculuğun son durağıdır, Konya.
Bazı duygular, anlar var ki yazmakta zorlanır insan, o duyguları, anları yaşamak gerek.
Bir harman ayında Yatağan köyündeyiz. Mürsel Dede ve altı arkadaşının konakladıkları Erenkilit Dağına çıkacağız. İlk durağımız Mürsel Dedenin türbesi. Köyün kenarındaki mezarlığın içinde türbe, Bir yayla tolu kadar basit bir yapı ama soylu bir tarihin havasını daha kapıdan girerken hissettiriyor. Köylüler mezarların üzerlerini kırmızı toprakla güzelce sıvamışlar, duvarlarda o zamanların savaş aletlerinden bazıları asılı. Mürsel Dede ve yol arkadaşları Anadolu’ya gelince Erenkilit Dağını mekan eyliyorlar. Yıllar sonra yedi arkadaş dağılıyor, yedi ayrı köy kuruyorlar. Mürsel Dede Yatağan köyünü kuruyor. Erenkilit’e doğru yürüyoruz, aksakallı ihtiyarlar orakla, tırpanla ekin işliyorlar. Temiz giysili, gül yüzlü kızlar işlenen ekinleri harman yerine götürüyorlar ve bana öyle geliyor ki hepsi binlerce yıldır hep suradaydılar.
Zirveye doğru çıktıkça kara çadırları, karakeçileriyle yörükler karşılıyor bizi. Binlerce yılın yolcuları onlar da.
Derken bir gün ovaya düşüyor yolumuz. Ekinler işlenmiş, çöl havası çökmüş ovaya. Çölün ortasında Zazadın Hanı çıkıyor karşımıza yıkık, garip, mahzun.
“Bu gariplikte benim de payım var, demekten kendini alamıyor insan. Aynı mahzunluğu yaşayan, bir zamanlar insanların konup göçtükleri bir sıra han geliyor akla ki bir zamanlar Antalya’dan Kayseri’ye kadar binlerce gezgini, yolcuyu konuk etmişler. Zazadın Hanı, Kızılören yakınlarındaki hanlar restore edildi, ayağa kaldırıldı ama Altınapa hanı sular altında kaldı. Obruk Hanı da garipti, mahzundu ama kurtuldu. Obruk Hanını gördünüz mü hiç? Yapı taşlarının yarısı bir önceki medeniyetin eseri, Obruk mezarlığının mezar taşları eski saray, mabet sütunlarından oluşuyor.
Cumhuriyet’le birlikte varlıklarını hatırladığımız, ancak son otuz-kırk yıldan bu yana yol, su, elektrik gören köylerimiz, geçmişle bağlarını en az koparan yerler oldu. Eski güzel göreneklerin, geleneklerin, inceliklerin daha uzun zaman süreceğini sanmıyorum. En ücra köylere bile televizyonun, akıllı telefonların girmesi umutsuz olmamıza yetiyor.
Geçmiş deyince, köy deyince irkiliyor, ürküyor kimileri. Hele bazı aydınlarımız var ki iğrenme noktasına getiriyorlar bu irkilmeyi. Onlara göre köy kültürü kaba, köylü görgüsüz.
Öyle incelikler, güzellikler var ki o kaba dedikleri kültürün ardında. Hem “ Geçmişi olmayanın geleceği olmaz” sözünü unutmamak gerekiyor, bizim geçmişimiz o. Tümden inkar yerine binlerce yıldan bu yana süzülüp gelen güzelliklerini neden korumayalım.
Bir nisan ayında Karaman Taşkale’ye gitmiştik. Ertesi gün ulusal bayramdı. Kasabanın gençleri binlerce yıldır sergiledikleri köy seyirlik oyunlarının hazırlığını yapıyorlardı. Bu oyunlardan biri deve oyunuydu. Koç katımının yüzüncü günü bütün köylerde düzenlenen bu oyuna yalnızca oyuncular değil bütün köylüler katılırdı. Hani şehir yerinde ağzımıza sakız ettiğimiz “birlik-beraberlik” sözü tam anlamıyla yaşanırdı. Sözün kısası toplumsal birliktelik ve paylaşmaydı, yeri gelince anlatılacaktır.
Toroslar üzerinde yoksul bir dağ köyüne düşmüştü yolumuz. Hiç sakınmadan çaldığımız bir kapıyı güler yüzlü, genç bir kız açmış içeri buyur etmişti. Kalabalıktık dışarda duvar diplerine, gölgeliklere oturdu arkadaşlar. Köyün muhtarını sormuştuk, meğer muhtarın kızıymış, evde ondan başka kimse yoktu, o gün öyle güzel ağırlamıştı ki o kalabalık misafir gurubunu. Kapıyı çalan konuğu geri çevirmezdi bizim insanımız, gül yüzlü kız bize çay demlemiş, tepsiler dolusu badem çağlası ikram etmişti.
Her evde ya da mahallede bir konuk odası geleneği yaşandığını gördüm ama zaman içinde kimilerinin yok olup gittiğini de gördüm.
Bataryalı kocaman bir radyomuz vardı. Köyün yaşlıları yatsı namazından sonra bizim ahır sekisine doluşur, cep saatlerini memleket saat ayarına göre ayarlar, ajans haberlerini dinlerlerdi. “Yurttan Sesler” programını dinlemek istemezlerse koyu bir muhabbete dalarlardı. Dün ile yaşanılan an harman olurdu o muhabbetin içinde.
Yurt kavramını ve sevgisini, Cumhuriyetin yarattığı güzellikleri, o yaşlıların muhabbetlerini çocuk duyarlılığıyla dinlerken öğrendim. Öğretmenimizin bize kitaplardan öğretmeye çalıştığı savaşları, savaşları yaşayanlardan dinliyordum. Yemen’i, Galiçya’yı. Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşı’nın o zorlu günlerini anlatıyorlardı. Sonra sıra Sarı Paşa’ya, Cumhuriyete geliyordu.
Barana gezerlerdi bizden büyükler. Kimi zaman imrenir, gecenin bir yarısı kovuluncaya kadar mesirelikte bir yer bulup oturur, abilerin eğlencelerini izler, anlattıklarını dinlerdim.
Bazı komşu köylerin yolu bizim köyden geçerdi. Otobüs, kamyon ne arasın. Akşam bizim köyde konaklar, ertesi sabah gün doğmadan yola düşerlerdi şehre gitmek için. Geri dönüşte aynı olurdu. Meğer kendi dağlarından kestikleri güzelim meşeleri, ardıçları şehre satmaya götürürlermiş. Kendi köyümün ormanlarının da böyle yok edildiğini öğrenecek, eski bir Konya fotoğrafında odun yüklü eşeklerin arasında kendi köylülerimi tanımaya çalışacak, neden aklı başında bir yetkilinin çıkıp da bu kıyıma “dur” demediğini düşünecektim.
Köyümüzün yolu yoktu, ilk greyder geldiğinde ilkokul son sınıftaydım, o koca makinanın çalışmasını, yol açmasını sevinçle seyretmiştik.
Birkaç yıl sonra steyr kamyonlarla tanıştık. Yıllarca, frenleri olmayan, farları yanmayan kırık dökük bir steyrin üzerinde gidip geldik şehre. Kamyona ilkin yükler atılır, yüklerin üzerine de insanlar binerdi. Şehre ilk gittiğimde yaylılar vardı sokaklarda ve ilk dinlediğim gramofonu hiç unutmam.
“Yaylı geldi gapılara dayandı”
Ne güzel türküydü.
Ömrü gurbetlerde geçmiş bir köylümüz dinletmişti gramofonu. Okulun biraz yukarısında, küçük bir düzlükte, öğretmenimizin çevresine toplanıp merakla, şaşkınlıkla dinlemiştik. Taş plağın dönüşü ağırlaşınca köylümüz aletin zembereğini kuruyor, plak yine çalmaya devam ediyordu.
Siz hiç kış ağılında kalan sürüye saman, sürünün çobanına azık götürmek için karda çığır açtınız mı? Çok zordur ama zor olduğu kadar da keyifli bir uğraştır. Eşeklerin yüklerini yıkarsınız, çobanın azığını çobansalığa yerleştirirsiniz, sonra çoban size kuru yalanıların ateşiyle bir bulgur pilavı pişirir, tadı damağınızda kalır.
Şimdi duvarları allı güllü takvimler süslüyor. Bu takvimlerde ayı, günü öğrenebilirsiniz sadece. Orta yaşın üzerindekilerin ceplerine bir bakın, ayrımsız hepsinde bir “Saatli Maarif Takvimi” bulacaksınız. Küçük bir ansiklopedi gibidir o takvimler. Günümüz insanları için o takvimdeki bilgiler gerekli olmayabilir ama yaşamını toprakla kavga ederek tüketenler için çok önemlidir o bilgiler. Gerçi o insanların ceplerinde “Saatli Maarif Takvimi” olmasa bile günleri, ayları, mevsimleri bilirlerdi. Hani “rüzgardan nem kapmak” diye, bir deyim vardır ya onlar da küçük bir esintiden havanın o gün nasıl olacağını, çan-kerek seslerinden o sürünün kime ait olduğunu, bir tarladan ne kadar ekin kaldıracaklarını bilirlerdi.
Toroslarda yoksul ama bilge bir köylüyle tanışmıştım. Cep takvimine kendi günlük yaşantısını, köydeki olayları kaydediyordu.
Kocamış bir köylü, çoktan toprak olmuş bir sevdiği aklına gelse ve ağlasa kimse yadırgamazdı. Kocamış biri ölse bunu doğal karşıladıkları gibi geride kalan kocamışlar iddiaya bile girerlerdi, sıranın kimde olduğuna dair.
Köy insanı, kış gelince köyüne kapanır. Düğünler, baranalar en çok bu aylarda olur. İnsanlar en çok bu aylarda görürler birbirlerini. “Zemheride yılan deliğinden çıkmaz” derler, ama çıkmak zorunda kalırlar. Kış ağılında kalan sürüye yem, saman, çobana azık götürmek gerekir. Toklulara, kuzulara, sağmala ayrı ayrı bakılacaktır. Bütün bunlar yapıldıktan sonra dışardaki tipiye, ayaza inat bulgur pilavı pişecektir. Köyde sobalar yanacak, keçenin üzerinde mızmızlanan bebelere mesel anlatılacak, metel satılacaktır.
Ne zaman fırsat bulsam dağ köylerinde alırım soluğu. Nere varsam “hısımımız gelmiş” diye, karşılar, konuk edip ağırlarlar. Bu yüzden anlattıklarım o yörelere dairdir. Yani Seyit Abinin dediği gibi halka dağların hikayesidir bu.
Sizler de bir gün Gevele’nin eteklerinden başlayarak Yatağan, Çakallar, Asarlık, Taşkale deyip, demir asa demir çarık düşün yollara. O güzel insanların soğan/ekmeklerini bölüşün, görün ne kadar mutlu olduklarını.
Bahar diriliş, yaz çalışma, güz toparlama mevsimleridir. Kış hem eğlence hem zorlu günlerin habercisidir. Mevsimler öylesine iç içe geçmiştir ki hangisinden başlayacağını şaşırır insan. “Bahar diriliş ayıdır” dedik, haydi çiğdemlerin, navruzların açtığı bir bahar günü “demir asa demir çarık” düşelim yollara.