Karapınar köyünde geçen çocukluk günlerim. Acısıyla, talısıyla beni ben eden birikimlerim. Köylüler Karıncalı dağa, yörükler keçinin kuyruğuna bakarak bilirlerdi yağmurun yağıp yağmayacağını. Fatma ninem, Karıncalı dağın zirvesindeki bulutlara bakarak şu tekerlemeyi söylerdi:
“Bulut giderse Aydın’a, git işine kaydına, Bulut giderse Birgi’ye, al başına bürgüye,”derdi.
O’nun kendine özgü tekerlemeleri vardı. Gittiği yerde geç kalırsa, “Olan akşam, yollar tavşan, kalk gidelim gül ayşem,” der giderdi. Kışları kar yağardı köyümüze. Dağdaki çam ağaçları gelinliklerini giyince de; “Kar havası, kaba döşek yâr havası."
İnsanın anavatanı çocukluğunun geçtiği yerdir derler ya ben de çok seviyorum çocukluğumun geçtiği yerleri. O yıllarda köyümüzde motor, traktör denen araçlar yoktu. Öküz çiftiyle sürülürdü tarlalar. Bahar gelince öküzler kırlardaki otlaklara bırakılır, yağmurun yağarak tarlaların tavının gelmesi beklenirdi.
Baharın yaza kavuşacağı günler, çiftçilerin gözü bulutlarda olur hep. Yağmur yağacak mı yağmayacak mı? Yağacaksa ne zaman? Çiftçinin karnında kırk tane gelecek yıl vardır derler ya yağmur zamanında yağmazsa işi daha da zor demektir.
Zar zor, kırkkanat geçinen köylü ne yapsın yağmur yağmayınca… Kazanlarda keşkekler kaynatılıp hayır, yağmur duaları edilir. Geceleri de yağmur develeri ev ev dolaşırdı. O yıl tek damla yağmur bile düşmedi köyümüze. Fatma ninem bahçesindeki kuru dalları toplarken ikide bir başını Karıncalı dağa çevirerek, bulut var mı diye umutsuzca bakıyordu.
Mahalledeki kadınlar da yol kapı önlerinde toplaşıp umutsuz bakışlarla, “Yağmur devesi dolaştırmadan bu yağmur yağmayacak,” diyorlardı. Yağmur devesi bir şaman inacıydı.
Sonunda olan oldu, yağmur devesi gezdirmeye karar verildi. Güneş batıp alacakaranlığa dönüşünce köy odasının önünde çocuklar, gençler toplandılar. Yağmur devesi olacak Şevki Abiye kepeneği giydirdiler, başlığını da başına taktılar. Sonra da boynuna büyük bir çan, kepeneğin uçlarına da yedi, sekiz tane küçük çan taktılar.
Erol abi eline kocaman bir sepet, Mahmut da boynuna bir heybe astı. Köyün altından güneye doğru ev ev dolaşmaya başladık. Çocuklar koro halinde durmadan bağırıyorlar:
“Teknede hamur , bahçada çamur, ver Allahım ver, sicim gibi yağmur,” derken sesimiz dağlarda yankılanıyor. Duyanlar yol kapılarını açarak evlerine gelmemizi bekliyorlardı.
Her evin önüne geldiğimizde biz yine koro halinde, “Teknede hamur, bahçede çamur…” diye bağırırken ev sahibi bir kova suyu yağmur devesinin başından boşaltıyordu. Yağmur devesi olan da su dökülürken sallanır. Sular etrafa saçılırken çan sesleri dağlarda yankılanırdı.
Ev sahibi heybeli olan kişiye yiyecek bir şey verirdi.
Bu yiyecek bazen yumurta, kuru incir, bazlama, keş, pekmez gibi yiyecekler olurdu. Tüm köyü coşkuyla dolaşılınca köy meydanına gelinir. Toplanan yiyecekler hep beraber yenir. Çocuklar yine, “Teknede hamur, bahçede çamur, ver Allahım ver, sicim gibi yağmur,” diye bağırırken hoca da anlayamadığımız bir dilden dualar ederdi.
Okulun tatil olmasına az kaldığı günlerdi. Sanırım hafta sonuydu. Elimde Jules Verne’nin Aya Yolculuk kitabı var. Sarı sıcağın karayılan gibi çöreklendiği günler. Anam kapı önündeki testilerden birini alıp mahalle çeşmesine su doldurmaya gitti..
Aşağı mahalleden neşeli çocuk sesleri gelmeye başladı. Geceleri yağmur devesi olduğu gibi gündüzleri de yağmur gelini olurdu. Bense Aya Yolculuk’u okurken düşler aleminde göklerde dolaşıyorum. İki, üç ev aşağıdan çocuk gürültüleri gelmeye başladı. Ortalarında develinin Sadiye abla, yanında da boz eşek, durmadan bağırıyor.
Sadiye ablanın her girdiği evden elinde su testisi ile çıkan biri başından boşaltıyor suyu. Sonra da eşeğin üstündeki heybeye makarna, bulgur, incir ya da yağ şişesi bırakıyor. Şaman törenine benzeyen bu tören Sadiye ablanın elindki bardağı yere vurarak kırmasıyla son buluyordu.
Başından dökülen sularla sırılsıklam, saçı başı dağılmış olan, kısa boylu, gök gözlü şişman kadın, çocuklar başından su döktükçe, “ Ver Allahım ver, bolca yağmur!” diye bağırıyordu.
Anam az önce bahçeden topladığı dometesi, patlıcanı, biberi tepsiye koyarken sokağa baktı. “Bak Şadiye ablan yağmur gelini olmuş!” dedi. Şadiye abla köyün cesur kadınlarından biriydi. Deve güder, tüfekle ava giderdi. Korkmazdı kimseden…
Bazı şeyler vardır ki anlatılamaz, yaşanır. O zamanlar köyümüz bir aile gibiydi. Dedeler, nineler her çocuğu kendi çocukları gibi korur, kollardı. Bir yanlışlığını görseler uyarırlardı. Daha doğrusu köydeki herhangi birinin acısı, namusu herkesin acısı namusuydu.
Köyümüzde Molla Mustafa, Molla Ahmet, Ali Molla, Muskacı Kargıç Ali Molla gibi büyükler, Şerife nine, Fatma Nine, Elif Nine, Ümmü Nine de… adını sayamadıklarım. Tümü herkesin dedesi, ninesiydi.
Kurtuluş Savaşını yaşayan, o acı günleri gören bu insanların tümü Atatürk sevdalısı, yurt sevdalısıydı. Arap özlemli gerici düşünceler hiç mi hiç yoktu köyümüzde. Kur’an gibi Atatürk resileri de asılırdı duvarımızda. Gün geçtikçe her şey bozoldu mu yoksa daha da sosyalleşiyor muyuz bilmem. Ben o içten, paylaşımcı sıcak günleri özlüyorum….