Düşünen, sorgulayan, arayış içinde olan insanların ışık, hep ilgisini çekmiştir. Düşünen beyinler aydınlığın peşinden koşmuşlardır. Karanlıklar aydınlanınca gerçekler ortaya çıkacak, sömürücülerin maskesi düşecektir.
Bu mücadeleyi verirken pek çok düşünür canından olmuştur ama bu mücadele de yüzyıllardır sürmektedir.
Osmanlı baskısı ve sömrüsüne başkaldıran Şeyh Bedreddin, Serez çaşısında idam edilirken, Şehzade Murat onunla dalgageçmek ister.
“Bedreddin, rengin sarardı, korkuyor musun? “ dediğinde Bedreddin:
“Her güneş batarken bir kızıllık meydana gelir,” der.
Bir şafaktan bir şafağa, derler ya Güneşin doğuşunda da batışında da ufkumuz kızıla boyanır. Kızıl ışık bazen umuttur, bazen de batışı, bitişi belirler.
Bu kızıl ışık bir kandil, lüks lambası, elektirik ampulu de olsa ona koşan pervaner hep vardır. Karanlıkla aydınlığın çelişkisi, bilgelerle, cehaletin çelişkisi gibidir. Ne bilgeler egemen olur yeryüzünü, ne de cehalet biter.
Kızıl ışık, özgürlüğün, bağımsızlığın, doğallığın simgesidir. Sarp kayalarda açan, ulaşılması zor, mor, pembe, beyaz çiçekler vardır. Ulaşamasan da dağ yeli mis gibi kokusunu getirir. Bu büyülü kokunun sarhoşluğu, düşlerde dolaştırır sabaha değin. Rengarek çiçekler sarar her yeri.
Ak köpüklü kar suları harlar derelerden. Kırılan güneş ışığı renk tayfı oluşturur, kızıla dönüşür sular. Her şey devinim içinde, zamanla her şey aslına döner.
"Kızıl", Türk kültüründe genellikle çok değerli bir renk; "elma" ise mistik bir yanı bulunan; bolluk, bereket, şifa kaynağı olarak görülen bir meyvedir. Ancak Kızıl Elma sembolleştirilmesinin elmaya değildir. Eski Türklerde Güneş ve Ay’ı anlatan kızıl topa dayandığı düşünülür.
Bu top, ‘muncuk’ adıyla bayrak ve tuğların tepesini süslemiş ve bazen zaferin işareti, bazen hakimiyetin sembolü, bazen de varılacak, fethedilmek üzere hedef seçilen yeri ifade etmiştir.
Kızılbaş adı Şah İsmail döneminde yaygınlaşıp resmileşmiş ve tarihsel süreçte bir övünç vesilesi olmuştur. İsmail'in babası Şeyh Haydar, Erdebil tekkesi müritlerine on iki dilimli kızıl bir taç giydirip kızıl sarık sarmaya başladığında müritlerini manevi derecelerine göre tasnif edip aynı kızıl başlığı sarıklı veya sarıksız olarak giydirmiştir.
Şah İsmail, bu uygulamayı devam ettirmiş, şeyhliğini şahlığa tahvil edince de askerlerine, halifelerine, kızıl başlığı giyindirmiştir. Anadolu Aleviliğinin "Kızılbaş" adını kullanması ve diğerlerinin de onları bu adla anması o yıllarda başlamış, kızıl başlıklar ile beyaz başlıkların savaşı olan Çaldıran'dan sonra da yaygınlaşmıştır.
Türkler arasında başa takılan başlıklara izafeten boy ve oymak isimleri eskiden beri kullanılmaktaydı. Siyah başlık giydikleri için "Karakalpak" veya "Karapapak" diye anılan Türk boyu veya Anadolu'da "Karabörk", "Karabörklü", Kızılbörklü", "Akbaşlı" ve "Akbaşlar" diye adlandırılmıştır.
Kızılbaş Alevilik, şeriat kapısında yedi kalem şart koymuştur. Bu şartları aynı zamanda Kızılbaş’a farz koymuştur. Bu şartların biri eksik ise yol olmaz. O yolda yolcu da olunmaz.
Birnci şart, Hakkı tek görmek. Bütün görmektir. Hakkı “teklik içinde çokluk” olarak bilmek. Bilmenin şartı; “kendini bilmek”, onun şartı da, Hakkı on sekiz bin âlemde görmektir.
Türklerin Oğuz Kağan Destanı da çok ilginçtir. Orta Asya’dan gelerek Anadolu’da Türk tarihini kuran Oğuzların tarihi bir destanla başlar. Oğuzların ceddi Oğuz Han adında bir kahramandır.
Bu kahraman doğduğu vakit çok güzel bir çocuktu. Bu güzel çocuğun dudakları ateş gibi kırmızı, kaşları ve gözleri simsiyahtı. Annesinin memesini bir kere emdi, bir daha emmedi. Bundan sonra da yürümeye ve konuşmaya başladı.
Oğuz Han kırk günde büyüdü. Cesur, genç, güzel, arslan gibi bir delikanlı oldu. Bu cesur delikanlı korku, yorgunluk nedir bilmez dağ, tepe dolaşırdı. Atına biner, kılıç kuşanır, yalnız başına av avlardı.
Oğuz Han’ın doğduğu memleketin yakınında büyük ve korkunç, bir orman vardı. Bu ulu ormanda ırmaklar, dereler akar; çeşitli kuşlar ötüşürdü. Burada hayat çağıl çağıl çağıldayan ırmakları; cıvıl cıvıl ötüşen kuşları ile cennete eşti.
Yalnız, bu yüce ormanda yaşayan korkunç canavar etrafa dehşet saçıyordu, çünkü bu korkunç hayvan insanları parçalar, yutardı. İşte Oğuz Han bu korkunç hayvanı öldürdü.
Oğuz Han, bir gün ormanda gezerken her taraf birden bire kapkaranlık oldu. Gök gürlüyor, şimşek çakıyor, ortalık şakır şakır şakırdıyordu. Birdenbire şaşılacak bir hal oldu. Gökten mavi bir ışık düştü. Ay ve güneşten daha parlak olan bu ışığın içinde genç ve güzel bir kız vardı.
Güzel kızın başında parlak bir yıldız, kız güldükçe her tarafında güller açılıyordu. Kahraman Oğuz, genç ve güzel kızı aldı. Kırk gün kırk gece düğün dernek yapıldı. Oğuz Hanın; Ay Han, Gün Han, Yıldız Han, Gök Han, Dağ Han, Deniz Han adında altı oğlu oldu.
Oğuz Han ihtiyarlayınca memleketi altı oğlu arasında taksim etti.
Dün efsane, masal, olağanüstü olaylar dediklerimizin pek çoğu günümüzde gerçek olmaya başladı. Yapay zekalar, ışın tabancaları, kopyelemeler…
Bugün sıradan kullandığımız bilgisayar ve akıllı telefonların işlevlerini sıradan zekaların kavraması olanaksız. Sanırım önümüzdeki yıllarda efsane ve masallar gerçek olacak. Ön yargıları şimdiden yıkmak gerek.