Birinci bahar İlkbahar, ikinci bahar Sonbahar yani Güz mü dersiniz?
Yoksa yaşamın gizini çözebilen için her mevsim bahar mı?
Hele Ege’de yaşıyorsan İlkbahar, Yazbahar, Sonbahar, Kışbahar diye devam eder mevsimler.
Ne diyor Koca Yunus: “Sevelim, sevilelim” her şey sevdikçe güzelleşiyor. Yeşille mavinin kucaklaştığı serin, duru sularda sevgisiz yaşanmaz ki…
Güz burcuna çıkıyorsa bütün yollar, yüreği titreten yaprak dökümü başlar. Kalbim son gemiyi terkediyormuşçasına burkulur, hüzünlü bir rüzgâr başlar. Bir masal uydururlar gidişime, kimi kalp der kimi damar. İçimde sessiz çığlıklar yükselir; akşamı çağır bana çocuk, terliyorum boncuk boncuk.
Hayırı kalmadı bu gecenin sabahından.
O, delikanlı günlerim geçerken usumdan, enerjik, heyecanlı, fırtınalı…
Aşk dediğin fırtınalı bir hayattı, teni değdi tenime, büyüleyip yüreğimin telini sızlattı.
Bekir Kemal’i anımsadım birden: “Dostlarım, Azrail beni unutur da yaşlı, huysuz bir ihtiyar olursam, sabırlı olun, anlamaya çalışın. Sizinle konuşurken sürekli aynı şeyleri tekrarlıyorsam, inanın elimde değil. Siz yaşlılığın ne olduğunu bilemezsiniz ama ben gençliğin ne olduğunu biliyorum. Sevdiğin, sevildiğin kadardır yaşamın,” derdi.
Narlıdere Huzur Evi’ndeki tiyatrocu, yazar Bekir Kemal’i ziyaret etmek için yola çıktığımızda güneş, gözlerini oğuşturuyordu çamların arasında.
Bir yandan şair dostum Ömer Akşahan’la konuşurken bir yandan da seksen dokuz yaşındaki Bekir Kemal’i düşünüyordum. O, hücrelerde yatan, tüm zorluklara karşın dik durmasını bilen, mücadeleci, yurtsever insan mutlu muydu orada.
Yoksa ikinci bahar denen o yerde ölümü mü bekliyordu.
Nazım’ın dediği gibi: “Ne ölümden korkmak ayıp / ne de düşünmek ölümü.” Ölüm kaçınılmaz bir son da, insanın yaşarken dertleşebileceği dostlarının olması ne güzel.
En yoğun yalnızlıkta arkadaşın serinliğini duymak mutluluktur.
Arkadaş, insanın en yoğun insan ilişkileri içinde kendi derinliğine yeni derinlikler katması, beynini çoğaltarak dünyayı farklı pencerelerden bakması ne güzel…
Bunları düşünürken kapadım gözlerimi bir süre, açar açmaz Ege’nin mavi sularını güneş yalamış, kalaylanmış sini gibi pırıl pırıl…
Can Yücel’i anımsıyorum birden: “Öyle bir hayat yaşadım ki; cenneti de gördüm cehennemi de / Kendi kendimle konuştum dün evimde,/ Hem kızdım hem de güldüm halime.” Cennet de cehennem de insanın içinde. Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin. Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin. Herkesin ilacı kendi içinde.
“Hücre” romanını anımsadım Bekir Kemal’in, tüylerim diken diken oldu.
Sonra “Kanlı Düğün” büyük kentlere gel dediğinde; “Ben kırların, dağların, köylerin yazarıyım. Küçülürüm, kaybolurum büyük kentlerde. Yanlızlaşırım, doğadaki her şey benim dosttum, nasıl terkederim dostlarımı,” dediğimde gülümsedi.
İkinci Bahar yazan salonun önünde meraklı gözlerle bakınırken, tanıdık, güleç bir yüzle gözgöze geliverdik. Yılların damıttığı o bilge insan vardı karşımda. Buğulu gözler sinerken göz pınarlarına, içimden ne kışlar, baharlar, harlar, sesiz ve derin…
Güzel insanlar kendilerini ürettikleriyle anlatır, fazla söz söylemesine ne gerek var. Bekir hoca’mın. Hiç boş durmamış “Anılar Yumağı”nı yazmış, yakında Remzi yayınevince basılacakmış.
Özdemir Asaf’ın bir dizesinde: “Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi. Öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an…
”Yazdıklarımız, ölümden kurtardıklarımız değil mi? Neye sahip olduğunuz değil, neyin keyfine varabildiğinizdir mutluluğu yaratan”.
Bekir Kemal hocamın gözlerindeki ışıltı beni mutlu etmeye yetmişti.
Kuşadası’na dönerken, Bektaşinin hesabı, mutluluk torbama bir taş daha çoktan atmıştım.
Not: Bekir Kemal Narlıdere Huzur Evindeyken yazmıştım.
Yıldız oldu, samanyolu yıldız kümesine karıştı.