Umutsuz günlerimde Ninem Akkızca’yla hayalimde de olsa konuşmamız bana çok iyi geldi. Hızlı bir şekilde kendimi toparladım. Sen el kadar çocukken, on yaşında köyünden kalk Ortaca’ya ortaokula git, aile yanlarında kal ve okulu bitir, sonra liseye geçtiğinde bekar evini kur ve otur, bir yetişkin gibi evin sorumluluklarını yerine getir, yemeğini kendin yap, bulaşığını kendin yıka, sonra dünya klasiklerini oku, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal gibi, Orhan Kemal gibi dikenlerin içinden çıkıp gelmiş yazarların kitaplarını oku, ondan sonra da umutsuzluğa kapıl! Olacak şey miydi bu?
Derhal kendime geldim. Akkızca Ninemle yaptığım sözleşmenin gereklerini yerine getirmeliydim. Eğer, sözümü yerine getiremezsem olacakları biliyordum. Her gün kapımıza dayanacak; “Erdal Efe sen de boş çıktın, sana zaten güvenen de kabahat!” diye esip gürleyip duracaktı. O kadarla kalsa iyi, “Şimdi liseyi bitirdin de bizim gibi köye gelip hapsoldun öyle mi?” diyecekti. “Yazıklar olsun sana! Umutlarımı yerle bir ettin” daha neler neler söyleyecekti. Bu Yörüklerde laf mı biter…
Evimize gelmese bile kuşlarla haber gönderecekti. Çoğu hayvan ninemle konuşmuyor muydu, ninemin askeri değil miydi?
Gün gün eski Erdal’a dönüştüm. Kısa zaman sonra, üniversiteyi kazanmanın dışında bir şey düşünememeye başladım.
Babamın da, gözü kulağı gireceğim sınavlardaydı. Kafasında Hava Astsubay olmam vardı. Kısa yoldan maaşa kavuşmamı istiyordu. Kendine yük olmazsam, başka bir kardeşimi daha okuyacaktı. Ona da hak veriyordum, ama asker olmak istemiyordum. Hele hele 12 Eylül Darbesi sonucunda yaşadıklarımız beni askerlikten iyice soğutmuştu. Babam çok ısrar ediyordu, üniversite sınavını kazanacağımı sanmıyordu. Asker milletin, asker hayranı çocuklarıydı onlar. Köye bir jandarma gelse en yüksek değerden kabul görür ve çok iyi karşılanırdı. Hele hele astsubay, subay; onların gözünde büyük saygıya değerdi.
Burada şunları da söylemekte yarar görüyorum: Asker, halkın gözündeki değerini büyük ölçüde 1980’den sonra yitirdi. Halktan kopuk yaşamları yüzünden ve yönetime ikide bir müdahil olmaları bardağı taşıran damlalar oldu. Askeri hapishanelerde uygulanan işkenceler uzun süre unutulmadı. Birçok filme ve romana konu oldu. Hele hele OYAKBANK gibi kurumları almaları, sermaye sahibi olmaları, halkın yaşamından daha üst hayat sürmeleri onlara duyulan saygının azalmasına sebep oldu… Bu eleştirileri askerler içinden zaman zaman yapanlar çıktı. Günümüzde ise, daha büyük sorun yaşanıyor. Askerin siyasetin içine girmesi... Neyse bu konu uzun ve derin…
Babamla bir anlaşmaya vardık.
Yine tartışmalı bir günde ben “öğretmen olacağım”, o hava astsubay olacaksın diyor, bir türlü uzlaşma sağlayamıyorduk. En sonunda öneri benden geldi. Astsubay sınavlarına da girecektim, üniversite sınavına da, üniversite sınavını kazanırsam direkt üniversiteye gidecektim Yok, üniversite sınavını kazanmazsam Astsubay okuluna gidecektim. Anlaşma böyleydi. Bir yandan kamyonda çalışıyor, bir yandan da tarih, edebiyat, sosyoloji, felsefe kitaplarına göz atıyordum. Ama içimden bir his üniversite sınavını kazanacağımı söylüyordu. Zaten kitaplardan hazırlanmak bu saatten sonra mümkün değildi. Kendime ve bilgime güveniyordum. Bir de inanmışlık vardı içimde… Elimden kurtulamazdı. Yörüklerin tarihinde sülalemde ilk olacaktım…
O arada köyde askerden yeni gelmiş Mevlüt Ağabeyle karşılaştım. Ha hatırdan sonra; “Abim sen ne olacaksın şimdi” diye sordu. Babamla anlaşmamızı anlatıp, “ya hava astsubay olacağım, ya da öğretmen” dedim. Kafasını yukarı kaldırıp bir müddet sustuktan sonra “Astsubay olma!” dedi. “Neden” diye sordum. “Ömrün boyunca herkese selam verirsin”, deyip başladı askerlik anılarını anlatmaya…
Vallahi yarım saat içinde elli hikâye anlattı. Bunları babama anlatmalıydım. Babama varıp Mevlüt Ağabeyin anlattığı astsubay hikâyelerden birkaçını anlatınca köpürdü çıktı. Yıktı ortalığı, “O kimmiş bunları sana söylemeyi kendine nereden hak görmüş?” saydı döktü. Bir de bana giydirdi, “sen Mevlüt’ü mü kendine örnek alacaksın, o mu senin yolunu çizecek” diye.
Söylediğime de, söyleyeceğime de bin pişman oldum…
Anlaşmaya uyacağıma bir kez daha söz verdim. Yaktın beni Mevlüt Ağabey diye de içimden sitem ettim.
Hava astsubay sınavı geldi çattı. Ortaca’dan İzmir otobüsüne bindim. Oradan Gaziemir Hava Alayına vardım. Sabah erken sıraya girdim ve kayıt yaptırdım. Önce bir sağlık raporu aldım, öğleden sonra spor sınavına gireceğiz. Raporumuz sağlıklı çıkınca, öğleden sonra sınava girmeye hak kazandık.
Sınavı bekliyoruz bin, bin beş yüz genç… Hatırladığım kadarıyla 600- 700 kişi alınacaktı. Yani sınava girenlerin neredeyse yarısı alınacaktı. Koşmayla başladık sınava. Yörük çocuğuyuz, kim tutabilir bizi. İlk sıralarda geçtim. Sonra şınav, mekik, uzun atlama, en son da 5000 metre koştuk diye hatırlıyorum…
Sınavı yapanlar babalarımızın analarımızın ne iş yaptığını da soruyorlar ve notlar alıyorlardı. İçimden gariban çocuklarına biraz tolerans gösterecekler diye düşünüyordum. Sınavı kendi çabalarımla yüzde 90 kazanmıştım.
Ama aklım üniversite sınavındaydı… Öğretmen olacaktım. Eğer astsubay olursam hayatım boyunca mutsuz olacak, mutsuz olarak çalışacaktım…
Köye dönünce heyecanla karşılarına alıp bana sınavın nasıl geçtiğini sordular. Baştan sona anlattım. Sınavı kesin kazanırım dedim, babamın gözleri doldu. Nasıl sevindi anlatamam. Ama annemin biraz canı sıkıldı. Hava astsubay falan denilince savaşa falan gidecek herhalde diye düşündü. Analar böyledir işte. Evlatlarını savaşa güle oynaya gönderen hiçbir anne yoktur…
Üniversite sınavına doğru gidiyorduk artık. İkinci kez sınava girecektim ve yine İzmir’de girecektim.
Bir gün önce gidip sınav yerimi bulacak, nasıl gidileceğini öğrenecek, otelde erken yatacak, sabah mutlaka kahvaltı yapacak sınav yerine ulaşacaktım…
(Fotoğraf: Bugünkü Ortaca Garajının olduğu yerde çekildi. Lise son sınıf hatırası)