O MEÇHUL ADAM KİMDİ...
Günlerdir düşünüyorum, hafızamın en derin kuyularında bir parlayıp bir sönen o meçhul adamın adını...
Gün akşama kavuşmak üzereyken, boynunda büyük camlı dolapta, bir oyuncakçı dükkanını sığdırıp da boynunu uzata uzata köyümüze gelen adam kimdi?
Elmacık kemikleri dışarı fırlamış, gözleri kendi çukuru içinde kaybolmuş, rutubetten sararmış duvarlar gibi sarı benizli, ince Clark Gable bıyıklı adamı arıyorum hayal dünyamda...
Ben böyleyim işte hayalle hayat arasında gördüğüm ve aniden hatırladığım yüzlerin ardına düşer, onunla ilgili ayrıntıları, yürüdüğü, gezdiği yerleri, sesini, sesindeki tarazları, kullandığı sözcüklerin ağırlığını falan düşünür, bulmaya çalışırım...
Dur dedim içimden, bunu anama sorayım...
Telefon açtım, hâl hatırdan sonra, "Ana sen hatırlarsın, hani ben yedi sekiz yaşlarındayken köye uzun boylu zayıf, şakak kemikleri dışarı fırlamış, insanın gözlerine bakmadan konuşan, ince yanık sesli bir adam gelirdi..."
"Kimmiş ki" dedi önce...
Hani boynunda camlı büyük bir dolap taşırdı."
"Aaaa sen Cıngıllı'yi soruyorsun..."
"Adını bilmiyorum..."
"Oydu işte o... İncik, boncuk, naylon bilezik, oyuncak satardı..."
"Tamam işte o..."
"Bunlar nerden geliyor aklına? Çoktan ölmüştür o..."
Kimbilir?
Ölmüş müdür acaba?
Öldüyse bütün çocukların hatıralarıyla gömülmüştür o zaman mezara!
Köyün sınırları içine girdiği zaman ilk rastladığı kişinin evine, şimdilerde çoğumuzun unuttuğu "Tanrı Misafiri" olurdu...
Tanrı Misafiri sorgulanmaz, yedirilir, içirilir, en yeni çarşaflar yataklar açılır ve en temiz odada yatırıldı.
Ertesi gün köyümüze bir hareket gelirdi, kuşlar daha fazla uçar, bulutlar daha fazla geçer, sular daha fazla akardı...
Cıngıllı, eline aldığı oyuncaklardan önce kendisi büyülenir, gözlerini oyuncağa diker uzun uzun bakardı. O baktıkça oyuncağa bir canlılık gelir, renkler ışıklanırdı. Cıngıllı ile sattığı oyuncaklar arasında gülen bir sevgi bağı vardı.
Bir başka oyuncağı eline alıncaya kadar bu ritüel devam ederdi.
Cıngıllı, sanki oyuncakları satmak için değil, sergilemek, göstermek için onca uzun yolu yürüyerek gelmiş gibi davranırdı. Pazarlık yaparken bile oyuncakları satmamak için yüksek fiyat söylerdi...
Çocuklar olarak, ninemin buğday çuvalına üşüşen kuşlar gibi çokaşırdık başına...
O güne kadar görmediğimiz arabalar, bisikletler, kılıçlar, havlayan köpekler, böğründen kurulunca öne öne zıplayan tavşanlar, yatırılınca gözlerini kapatan bebekler, kurşun askerler, trampet çalan askerler, ışıl ışıl parlayan mızıkalar...
Cıngıllı açtıkça dolabı ve boşaltıkça dolabı, oyuncakların yerinde yeni oyuncaklar ortaya çıkardı... Biz oyuncaklarla hayal kurmaktan yorulur yere oturur öyle bakardık, o sevgiyle gösterimine devam ederdi...
İncik boncuk gelinlik kızlar içindi... Altın suyuna batırılmış bilezikler, gümüş küpeler, yusufçuk kolyeleri, iğne işi renk renk oyalar, tığla örülen sarı örgüler...
Kızlar, Cıngıllı'nın geldiği günlerde biz çocuklardan daha çok mutluydular... Köyde hayalet gibi gezen genç kızlar, Cıngıllı'nın gelmesinden sonra bir özgüven içinde günlerce sağa sola caka satarlardı.
İhtiyarlara da hayat verirdi Cıngıllı. Küçük üstten saplı bir cam dolap içinde ağzı mantar tıpalı küçük şişelerde misk ve esans kokuları satardı...
Bu çam dolabın içinde metal bir enjektör vardı Ona çok az da olsa esans çeker, kimi zaman havaya, kimi zaman bir ihtiyarın kareli hırkasına, kimi zamanda beyaz sakalına sıkıverirdi...
Çıra kokusundan daha güzel bir koku gökyüzüne doğru çıkar, köyün üzerinde iki üç tür attıktan sonra İncircik dağının zirvesine doğru çekilir giderdi. Birkaç dakika sonra o yalçın kayaların üstünde yaşlı kartallar süzülmeye başlardı...
"Kokunun gücü" diye, süzülen kartalları gösterirdi Cıngıllı...
Koca kanatlı bir kartal pervane gibi döne döne üstümüze kadar alçalır, iri gözleriyle aşağıda neler olup bittiğini kestirmeye çalışırdı.
O kartal anamın en çok hikayelerine aldığı kartaldı, üç yüzyıl derdi anam, 300 yaşında o kartal derdi...
Cıngıllı o akşam misafir olacağa eve doğru yürürken, onun bir gün sonra bir meçhule doğru gidişini düşünürdüm...
Ninem "oğlum bu adam dünyanın bir basından öbür başına gider gelir...
Yılda bir kaç kez gelirdi Cıngıllı...
Her gidişinde bizim küçücük yüreklerimizi de koyardı, camlı çerçi dolabına...
Bütün çocuklar, onu köyün dışına kadar uğurlardık... Bıkıp usanmaz defalarca sorardı adımızı...
Biz o bir daha gelinceye kadar hayal biriktirirdik...
Hayal kuran çoğullardık biz. Bizim hayal kurmamızı sağlayan ve ömrü yürümekle geçen Cıngıllı'ya; çocukların hayal kurmasını sağlayan tüm Cingıllılara armağan olsun bu yazı...
İyi pazarlar...